“Aşk”ın halleri…
Dün akşam Fuzuli’ye ait “Divan”ı
elime alıp okumaya başladığımda onun o lirik anlatımının
içinde kalbimin heyecanla sıkıştığını hissettim.
“Aşık’ın ruhu aşk derdi ile rahata erer. Aşık’ın derdine
çare bulunursa, Aşık hasta olur.”
Bu mısralarda iyice kaybolduğumu içimden bir şeylerin
kopup bilmediğim bir boşluğun içine daldığımı hissettim.
Gece saat epeyce geç olmuştu. Elimden kitabı bırakıp
pencereye doğru ilerledim. Bir süre beynimin uğultusuyla
dışarıyı seyrettim. Aklım hâlâ kitapta anlatılanlardaydı.
Okuduğum birçok kitapta aşkın iki yüzünden bahsediliyordu.
İlahi aşk ve varlıklara münhasır aşk. Benim anlamak
istediğim aşkın kendi doğasıydı. İşte Fuzûli tam da bundan
söz ediyordu.
Aşk nasıl bir doğaya sahipti, içinde neler barındırırdı,
boyutları nelerdi aşkın?
Sorgulayışları, kışkırtıcılığı, küskünlüğü, öfkeyi,
sahiplenmeyi, itmeyi, parçalara bölmeyi, feda etmeyi,
bütün tezatları içinde barındıran bir unsurken ‘aşk’,
nasıl bu kadar karşı koyulmaz oluyordu. Bu yorgunluğu
nasıl taşıtabiliyordu?
Aşk nasıl gelir ve yerleşirdi insan kalbine? Kendinden
başka tüm hisleri susturup aklı ele geçirip sadece kendi
hükümranlığını sürer kendinden başkasının sözünü dinlemez
dinlettirmezdi? “Aşk yolunda akılla yürüyenler, güneşi
mumla aryanlar gibidir” diyordu İkbal. Aklı sıfırlamak
akıl dışı gibi görünüyor oysa. İnsanın can tahtına cananı
yerleştirip varlığının bütününü kendisine hizmetkar
ettirip, karşılığında hiçbir şey istemiyor. İnsanın
hayatta kalma güdüsünü bile elinden alıp kendisini
sevgiliye feda ettirebiliyordu.
Bir de aşkı, ilahi bir varlıktan başkasında şekillenemez
ve varlığını bulamaz diyenler var. İyi de bu iki aşk
kavramını nasıl karşılaştırır insan!? Birbirinin dengi
olmayan bir şeyi hangi ölçüyle ölçer de buna karar verir?
Bir şeyin başka bir şeyle karşılaştırıp ölçülebilir olması
için aynı ölçülerde yaşanılır olması gerekmez mi? İkisinin
doğasında aynılıkla birlikte ki o büyük farklılıkla nasıl
ölçülür ki?
Nasıl bir iksirdi ki, sevgilinin bir anlık nazarı yada
hayali meylere, kadehlere gerek kalmadan Aşık’ı sarhoş
edip kendinden geçiriyor, sevdanın şiddeti ateşle
ölçülüyorken kendini bu kadar katlanılır kılabiliyordu?
Ömre sığmayacak anlardan bahsediliyor, uğruna benlikten,
gururdan feragat ettiriyordu.
Her coğrafya kendince aşkı tasvir edip adları efsaneleşen
Aşık’lar türetiyordu. Asya da Leyla’lar Mecnun’lar, Avrupa
da Romeo’lar Juliet’ler. Bazense savaş nedenlerinin
arasına girmeyi başaran bu duygu; insanın üzerinde
hükmeden en derin duygu olsa gerek. Tarih boyunca binlerce
nüsha yazılmış sadece bu duygunun üzerine. Kimi,
sevgilinin kara kaşına yanmış, kimi özüne. Sevgiliden
geleni öpüp başının üstüne taç etmek hüner addedilmiş.
Bazen annelerin sinesinde göstermiş suretini, bazen bir
dava adamının kendinden geçiren sözlerinde. İnsan için
sevgili olabilecek herhangi bir şeyde herkes için aşkın
bir rengi bir şekli olmuştur elbet… Peki nasıl?
Öyle yada böyle aşk gelip bir şekilde; belki
hissettirmeden belki şiddetle dokunmuştur kalp ve
aklımızın kıyılarına köşelerine. Bazen ağlatmış, bazen
güldürmüş, bazen dilimizi çözmüş, bazense sukutun en koyu
halini giydirmiştir.
Herkes, ister ilahi olsun ister insani mutlaka aşkı konuk
etmiştir ten ülkesinin baş şehrine; kalbine…
Tüm bunları düşünürken ne kadar zaman geçti bilmiyorum,
anlımı dayamışım soğuk cama ve gayri ihtiyari yüksek sesle
seslendim O’na “Ey aşk nesin nerdesin?” Birden, gecenin
karanlığından yükselen Allahü ekber sesleriyle kendime
geldim. Vücudum da ki tüm zerrelerin titrediğini
hissettim. Kalbim sıkıştı. Cevabın bu kadar çabuk ve net
geleceği aklımdan geçmemişti! Öyle ya, bir aşkı anlamak
vardı bir de aşkı yaratanı. Yaratılan bir varlık
karşısında bile insanın düştüğü acziyeti görünce ‘O’nun
karşısında nasıl da aciz olduğumu bir defa daha müşahede
ettim. Her şeyi kaynağından tatmanın lezzetine olan
tutkunluğumla anladım ki “Aşk” benimle konuşmuştu; Mevcut
olabilecek her dil ve sonsuzluğuyla birlikte! Bildim ki
“Aşk”mış insanı ilk var edip yaratan karşısına alıp
konuşan…
|