Muhasebe  

Maliye

Vergi

Sigorta

İletişim

  BEŞ DAKİKA ARA !... :  MAKALE:  22.02.2008    

ara

 Ana Sayfa 

        Staj-Stajyer Rehberi

Makaleler 

Danışma Hattı 

                  Pratik Bilgiler

Beş Dakika Ara 

          2008 Uygulamaları


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ebru OLUR
 

Beş dakika ara...

Kültür Sanat Yazarı
 

 

“Aşk”ın halleri…

 

Dün akşam Fuzuli’ye ait “Divan”ı elime alıp okumaya başladığımda onun o lirik anlatımının içinde kalbimin heyecanla sıkıştığını hissettim.

“Aşık’ın ruhu aşk derdi ile rahata erer. Aşık’ın derdine çare bulunursa, Aşık hasta olur.”

Bu mısralarda iyice kaybolduğumu içimden bir şeylerin kopup bilmediğim bir boşluğun içine daldığımı hissettim. Gece saat epeyce geç olmuştu. Elimden kitabı bırakıp pencereye doğru ilerledim. Bir süre beynimin uğultusuyla dışarıyı seyrettim. Aklım hâlâ kitapta anlatılanlardaydı.

Okuduğum birçok kitapta aşkın iki yüzünden bahsediliyordu. İlahi aşk ve varlıklara münhasır aşk. Benim anlamak istediğim aşkın kendi doğasıydı. İşte Fuzûli tam da bundan söz ediyordu.

Aşk nasıl bir doğaya sahipti, içinde neler barındırırdı, boyutları nelerdi aşkın?

Sorgulayışları, kışkırtıcılığı, küskünlüğü, öfkeyi, sahiplenmeyi, itmeyi, parçalara bölmeyi, feda etmeyi, bütün tezatları içinde barındıran bir unsurken ‘aşk’, nasıl bu kadar karşı koyulmaz oluyordu. Bu yorgunluğu nasıl taşıtabiliyordu?

Aşk nasıl gelir ve yerleşirdi insan kalbine? Kendinden başka tüm hisleri susturup aklı ele geçirip sadece kendi hükümranlığını sürer kendinden başkasının sözünü dinlemez dinlettirmezdi? “Aşk yolunda akılla yürüyenler, güneşi mumla aryanlar gibidir” diyordu İkbal. Aklı sıfırlamak akıl dışı gibi görünüyor oysa. İnsanın can tahtına cananı yerleştirip varlığının bütününü kendisine hizmetkar ettirip, karşılığında hiçbir şey istemiyor. İnsanın hayatta kalma güdüsünü bile elinden alıp kendisini sevgiliye feda ettirebiliyordu.

Bir de aşkı, ilahi bir varlıktan başkasında şekillenemez ve varlığını bulamaz diyenler var. İyi de bu iki aşk kavramını nasıl karşılaştırır insan!? Birbirinin dengi olmayan bir şeyi hangi ölçüyle ölçer de buna karar verir? Bir şeyin başka bir şeyle karşılaştırıp ölçülebilir olması için aynı ölçülerde yaşanılır olması gerekmez mi? İkisinin doğasında aynılıkla birlikte ki o büyük farklılıkla nasıl ölçülür ki?

Nasıl bir iksirdi ki, sevgilinin bir anlık nazarı yada hayali meylere, kadehlere gerek kalmadan Aşık’ı sarhoş edip kendinden geçiriyor, sevdanın şiddeti ateşle ölçülüyorken kendini bu kadar katlanılır kılabiliyordu? Ömre sığmayacak anlardan bahsediliyor, uğruna benlikten, gururdan feragat ettiriyordu.

Her coğrafya kendince aşkı tasvir edip adları efsaneleşen Aşık’lar türetiyordu. Asya da Leyla’lar Mecnun’lar, Avrupa da Romeo’lar Juliet’ler. Bazense savaş nedenlerinin arasına girmeyi başaran bu duygu; insanın üzerinde hükmeden en derin duygu olsa gerek. Tarih boyunca binlerce nüsha yazılmış sadece bu duygunun üzerine. Kimi, sevgilinin kara kaşına yanmış, kimi özüne. Sevgiliden geleni öpüp başının üstüne taç etmek hüner addedilmiş. Bazen annelerin sinesinde göstermiş suretini, bazen bir dava adamının kendinden geçiren sözlerinde. İnsan için sevgili olabilecek herhangi bir şeyde herkes için aşkın bir rengi bir şekli olmuştur elbet… Peki nasıl?

Öyle yada böyle aşk gelip bir şekilde; belki hissettirmeden belki şiddetle dokunmuştur kalp ve aklımızın kıyılarına köşelerine. Bazen ağlatmış, bazen güldürmüş, bazen dilimizi çözmüş, bazense sukutun en koyu halini giydirmiştir.

Herkes, ister ilahi olsun ister insani mutlaka aşkı konuk etmiştir ten ülkesinin baş şehrine; kalbine…

Tüm bunları düşünürken ne kadar zaman geçti bilmiyorum, anlımı dayamışım soğuk cama ve gayri ihtiyari yüksek sesle seslendim O’na “Ey aşk nesin nerdesin?” Birden, gecenin karanlığından yükselen Allahü ekber sesleriyle kendime geldim. Vücudum da ki tüm zerrelerin titrediğini hissettim. Kalbim sıkıştı. Cevabın bu kadar çabuk ve net geleceği aklımdan geçmemişti! Öyle ya, bir aşkı anlamak vardı bir de aşkı yaratanı. Yaratılan bir varlık karşısında bile insanın düştüğü acziyeti görünce ‘O’nun karşısında nasıl da aciz olduğumu bir defa daha müşahede ettim. Her şeyi kaynağından tatmanın lezzetine olan tutkunluğumla anladım ki “Aşk” benimle konuşmuştu; Mevcut olabilecek her dil ve sonsuzluğuyla birlikte! Bildim ki “Aşk”mış insanı ilk var edip yaratan karşısına alıp konuşan…

 

 

Copyrıght © 2005-2008  www.muhasebenet.net- Türkiye'nin muhasebe rehberi. Her hakkı saklıdır.